Cam tavan sendromu
Siz hiç bir pireden ilham aldınız mı?
Osman Özsoy
yazaramesaj@gmail.com
Okuduğum bir pire hikâyesinin ülkemizin içinde bulunduğu durumu çok net yansıttığı gördüm.
Kim derdi ki pirelerin başına gelen bir olay, milletçe asırlardır içinde yaşadığımız sıkıntıları izah etmemizde bize bu kadar yardımcı olacak… Hem de tam da bugünlerde…
Önce pirelerin başına ne gelmiş onu okuyalım, ardından hadisenin bugünlerde olan biteni anlamamıza nasıl katkıda bulunabileceğine ışık tutmaya çalışalım.
Pireler hakkında ansiklopedik bir bilgi verelim. Pireler sıçrama yetenekleri ile tanınan canlılardır. Bir pire 30 cm yükseklik ve 50 cm uzaklığa çok rahat sıçrayabilir.
Bilim adamları deney amacıyla kullanmak üzere pireleri 20 santim derinliğinde bir fanusun içine koyarlar. Fanusun üstüne cam kapatırlar. Ardından fanusu alttan ısıtmaya başlarlar.
Sıcaklığı hissetmeye başlayan pireler rahatsız olur. O ortamdan kurtulmak için yukarıya doğru zıplamaya başlarlar. Ama her zıplayışta kafalarını tavandaki cama çarparak yere düşerler. Tekrar tekrar deneseler de, nafile... Her zıplayışta başlarını çarpıp aşağıya düşerler.
Engel görünmez olduğu için, kendilerini neyin engellediğini bir türlü anlayamazlar. Üst üste yaptıkları denemeler pirelerin zihinlerinde bir "özgürlük sınırı", yükseldiklerinde karşılarına çıkması muhtemel bir engelin var olduğu etkisi oluşturur.
Deneyin ikinci aşamasına geçilir...
Aynı pirelerin içinde bulunduğu fanusun üstünü kapatan cam bu defa kaldırılır. Engel yoktur artık... Fanus yine ısıtılır. Görülür ki, pireler en fazla 20 santim zıplıyor... Hâlbuki bir pire 30 santim çok rahat sıçrayabilmektedir. Daha yükseğe zıplama imkânları, özgür olma imkânları vardır ama kafayı çarpmamak için buna cesaret edemezler. Çünkü artık "görünmez engel" zihinlerindedir... Orada bir engel olduğunu sanırlar. "Yapamayız, hiç boşuna denemeyelim" diye düşünürler. Bilim adamları buna "Cam tavan sendromu" diyorlar.
Aydınlarımızın hali…
İşte birkaç asırdır Batının dümen suyunda gözü buğulanan ve güdümlü zihin terbiyesinden geçirilen aydınlarımız - siyasetçilerimiz, tıpkı deneyde kullanılan pireler gibi, her şeyin daha iyisini ve güzelini yapma ve düşünme yetenekleri olduğu halde zihin duvarlarında engeller olduğunu düşünmektedir.
Bu dışarıdaki güç merkezlerine karşı da böyle, içeridekilere de…
Ülkenin aydınlarının büyük bölümü, sanki sahip oldukları ayaklar başkalarının ya da dışarıdan kumanda ile çalışan robotlar gibi bir sinyal ve işaret beklemekte, onların talimatı olmadan asla yürüyemeyeceğini ve daha iyisini düşünemeyeceğini zannetmektedirler.
Yok böyle bir şey… Ayak seninse gitmek istediğin istikamete adımını sen atacaksın. Yetkiyi biri sana vermişse, müvekkillinin arzusuna uygun hareket edeceksin. Hangi birine örnek verelin... Mesela arama motorlarına girin ve “asker ne der” kelimelerini yazın, bakın kaç tane yazıyla karşılaşacaksınız. Sanırsınız ki demokratik bir ülkede değil de, kabile rejimi kurallarının uygulandığı 3. sınıf bir dünya ülkesinde yaşıyoruz.
Kendi kendimizi küçültmek...
Şu an İtalya’da bulunan bir öğrencim bana geçen hafta e-mail atmış, şundan serzenişte bulunuyordu… “Hocam biz neden bazı ülkelerden bahsederken ‘süper güç’ diyoruz ki… Farkına varmadan ülke insanımızın aklına, bak falanca ülke çok güçlü, onunla asla baş edemeyiz algısını peşinen zihinlere yerleştirmiş oluyoruz… Geçtiğimiz günlerde bu ifadeyi sorumluluk sahibi önemi bir siyasetçimiz de kullandı, ta buradan rahatsızlık duydum” dedi…
27 Nisan bildirisinin yayınlandığı gecenin sabahında (haydi isimlerini vermeyeyim de incinmesinler) NTV’de üç ünlü gazeteci oturmuş e-muhtırayı tartışıyorlardı. Sanırsınız ki gazeteci değiller de, omuzlarında apolet bulunan Genelkurmay sözcülüğü yapan kişiler… Sözü evirip çevirip, dönemin hükümetini paspas gibi yerden yere çarpıyorlar, bu iş bitmiştir, hükümet mesajı alıp derhal istifa etmelidir diye dayatıyorlardı…
Çünkü onlar, Genelkurmay’da günlük işler uzasa da, kış mevsiminde akşam erken olduğu için kurumun elektrikleri aydınlatma için yakılsa bile, ‘Genelkurmay’daki hareketlilik acaba darbe hazırlığı mı’ diye sevinen karargâh haberlerine meraklı tiplerdi. Daha program bitmeden Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in e-muhtıraya karşı hükümetin duruşunu ve kurumlara Anayasal yetkilerini hatırlatan açıklaması gelince, hem de canlı yayında 180 derece nasıl çark ettiler. O sırada aklımdan, keşke TRT bu insanları yılbaşı gecesi dansözü olarak işe alsa, acayip kıvırıyorlar diye geçti. Bakın siyaset kurumu bu algıyı kısmen kırdı, sağa sola değil de seçmen tercihlerine baktı da, ülkede ne adımlar atıldı, ne olmaz denilen işler olur hale getirildi.
Birkaç gündür Sayın Genelkurmay Başkanımız Londra’da… Gazeteciler, ola ki ta oradan hükümete göndermede bulunacak iki laf eder diye, türbanla ilgili sıkıştırmaya çalışıyorlar. Pekâlâ neden? Çünkü başlarına daha önce fanus geçirilmiş, ısıtılmışlar ve zihin tavanlarına engel konulmuş da ondan. Hep öyle gidecek, memleket Meclis’ten değil, karargahtan yönetilmeye devam edecek sanıyorlar. Meclis Başkanımız Sayın Köksal Toptan’ı önceki günkü açıklamalarından dolayı bu vesile ile tebrik ediyorum. Açıklamalarıyla, milletin Meclis kurumuna olan vekâletini ve güvenini heder etmediğini göstermiş oldu.
İşte Türkiye’nin en büyük sıkıntısı burada… Engeller zihinlerde… Kimse yazarken çizerken, düşünürken, bir iş yapmaya kalkarken kendisini kasmasın. Bir engel var mı acaba diye düşünmesin. Meşru çabalar içinde sıçrayabileceğiniz kadar yükseklik sizin yeteneğinize kalmış birşeydir. Herkes asırlar içinde bastırılarak sindirilmiş ve sünepeleştirilmiş alışkanlıklarından ve ruh halinde vazgeçsin. Cesur olun… Ta ki sıçrayabildiğiniz kadar…
Yeteneği olana kendisinde başka engel yok... Sınırlarınızı zorlayın...
Ne sıcağa aldırın ne de üstte sizi bekleyen olası engellere... Sıçrayın sıçrayabildiğiniz kadar...
Kaynak: http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=141144
Osman Özsoy
yazaramesaj@gmail.com
Okuduğum bir pire hikâyesinin ülkemizin içinde bulunduğu durumu çok net yansıttığı gördüm.
Kim derdi ki pirelerin başına gelen bir olay, milletçe asırlardır içinde yaşadığımız sıkıntıları izah etmemizde bize bu kadar yardımcı olacak… Hem de tam da bugünlerde…
Önce pirelerin başına ne gelmiş onu okuyalım, ardından hadisenin bugünlerde olan biteni anlamamıza nasıl katkıda bulunabileceğine ışık tutmaya çalışalım.
Pireler hakkında ansiklopedik bir bilgi verelim. Pireler sıçrama yetenekleri ile tanınan canlılardır. Bir pire 30 cm yükseklik ve 50 cm uzaklığa çok rahat sıçrayabilir.
Bilim adamları deney amacıyla kullanmak üzere pireleri 20 santim derinliğinde bir fanusun içine koyarlar. Fanusun üstüne cam kapatırlar. Ardından fanusu alttan ısıtmaya başlarlar.
Sıcaklığı hissetmeye başlayan pireler rahatsız olur. O ortamdan kurtulmak için yukarıya doğru zıplamaya başlarlar. Ama her zıplayışta kafalarını tavandaki cama çarparak yere düşerler. Tekrar tekrar deneseler de, nafile... Her zıplayışta başlarını çarpıp aşağıya düşerler.
Engel görünmez olduğu için, kendilerini neyin engellediğini bir türlü anlayamazlar. Üst üste yaptıkları denemeler pirelerin zihinlerinde bir "özgürlük sınırı", yükseldiklerinde karşılarına çıkması muhtemel bir engelin var olduğu etkisi oluşturur.
Deneyin ikinci aşamasına geçilir...
Aynı pirelerin içinde bulunduğu fanusun üstünü kapatan cam bu defa kaldırılır. Engel yoktur artık... Fanus yine ısıtılır. Görülür ki, pireler en fazla 20 santim zıplıyor... Hâlbuki bir pire 30 santim çok rahat sıçrayabilmektedir. Daha yükseğe zıplama imkânları, özgür olma imkânları vardır ama kafayı çarpmamak için buna cesaret edemezler. Çünkü artık "görünmez engel" zihinlerindedir... Orada bir engel olduğunu sanırlar. "Yapamayız, hiç boşuna denemeyelim" diye düşünürler. Bilim adamları buna "Cam tavan sendromu" diyorlar.
Aydınlarımızın hali…
İşte birkaç asırdır Batının dümen suyunda gözü buğulanan ve güdümlü zihin terbiyesinden geçirilen aydınlarımız - siyasetçilerimiz, tıpkı deneyde kullanılan pireler gibi, her şeyin daha iyisini ve güzelini yapma ve düşünme yetenekleri olduğu halde zihin duvarlarında engeller olduğunu düşünmektedir.
Bu dışarıdaki güç merkezlerine karşı da böyle, içeridekilere de…
Ülkenin aydınlarının büyük bölümü, sanki sahip oldukları ayaklar başkalarının ya da dışarıdan kumanda ile çalışan robotlar gibi bir sinyal ve işaret beklemekte, onların talimatı olmadan asla yürüyemeyeceğini ve daha iyisini düşünemeyeceğini zannetmektedirler.
Yok böyle bir şey… Ayak seninse gitmek istediğin istikamete adımını sen atacaksın. Yetkiyi biri sana vermişse, müvekkillinin arzusuna uygun hareket edeceksin. Hangi birine örnek verelin... Mesela arama motorlarına girin ve “asker ne der” kelimelerini yazın, bakın kaç tane yazıyla karşılaşacaksınız. Sanırsınız ki demokratik bir ülkede değil de, kabile rejimi kurallarının uygulandığı 3. sınıf bir dünya ülkesinde yaşıyoruz.
Kendi kendimizi küçültmek...
Şu an İtalya’da bulunan bir öğrencim bana geçen hafta e-mail atmış, şundan serzenişte bulunuyordu… “Hocam biz neden bazı ülkelerden bahsederken ‘süper güç’ diyoruz ki… Farkına varmadan ülke insanımızın aklına, bak falanca ülke çok güçlü, onunla asla baş edemeyiz algısını peşinen zihinlere yerleştirmiş oluyoruz… Geçtiğimiz günlerde bu ifadeyi sorumluluk sahibi önemi bir siyasetçimiz de kullandı, ta buradan rahatsızlık duydum” dedi…
27 Nisan bildirisinin yayınlandığı gecenin sabahında (haydi isimlerini vermeyeyim de incinmesinler) NTV’de üç ünlü gazeteci oturmuş e-muhtırayı tartışıyorlardı. Sanırsınız ki gazeteci değiller de, omuzlarında apolet bulunan Genelkurmay sözcülüğü yapan kişiler… Sözü evirip çevirip, dönemin hükümetini paspas gibi yerden yere çarpıyorlar, bu iş bitmiştir, hükümet mesajı alıp derhal istifa etmelidir diye dayatıyorlardı…
Çünkü onlar, Genelkurmay’da günlük işler uzasa da, kış mevsiminde akşam erken olduğu için kurumun elektrikleri aydınlatma için yakılsa bile, ‘Genelkurmay’daki hareketlilik acaba darbe hazırlığı mı’ diye sevinen karargâh haberlerine meraklı tiplerdi. Daha program bitmeden Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in e-muhtıraya karşı hükümetin duruşunu ve kurumlara Anayasal yetkilerini hatırlatan açıklaması gelince, hem de canlı yayında 180 derece nasıl çark ettiler. O sırada aklımdan, keşke TRT bu insanları yılbaşı gecesi dansözü olarak işe alsa, acayip kıvırıyorlar diye geçti. Bakın siyaset kurumu bu algıyı kısmen kırdı, sağa sola değil de seçmen tercihlerine baktı da, ülkede ne adımlar atıldı, ne olmaz denilen işler olur hale getirildi.
Birkaç gündür Sayın Genelkurmay Başkanımız Londra’da… Gazeteciler, ola ki ta oradan hükümete göndermede bulunacak iki laf eder diye, türbanla ilgili sıkıştırmaya çalışıyorlar. Pekâlâ neden? Çünkü başlarına daha önce fanus geçirilmiş, ısıtılmışlar ve zihin tavanlarına engel konulmuş da ondan. Hep öyle gidecek, memleket Meclis’ten değil, karargahtan yönetilmeye devam edecek sanıyorlar. Meclis Başkanımız Sayın Köksal Toptan’ı önceki günkü açıklamalarından dolayı bu vesile ile tebrik ediyorum. Açıklamalarıyla, milletin Meclis kurumuna olan vekâletini ve güvenini heder etmediğini göstermiş oldu.
İşte Türkiye’nin en büyük sıkıntısı burada… Engeller zihinlerde… Kimse yazarken çizerken, düşünürken, bir iş yapmaya kalkarken kendisini kasmasın. Bir engel var mı acaba diye düşünmesin. Meşru çabalar içinde sıçrayabileceğiniz kadar yükseklik sizin yeteneğinize kalmış birşeydir. Herkes asırlar içinde bastırılarak sindirilmiş ve sünepeleştirilmiş alışkanlıklarından ve ruh halinde vazgeçsin. Cesur olun… Ta ki sıçrayabildiğiniz kadar…
Yeteneği olana kendisinde başka engel yok... Sınırlarınızı zorlayın...
Ne sıcağa aldırın ne de üstte sizi bekleyen olası engellere... Sıçrayın sıçrayabildiğiniz kadar...
Kaynak: http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=141144
Yorumlar
Yorum Gönder